Günlük Yaşantınızdaki Olaylar Çerçevesi =)
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
Günlük Yaşantınızdaki Olaylar Çerçevesi =)

Sohbet,Oyun vs.
 
AnasayfaGaleriAramaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 İslamiyeT

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
NoNamE
Admin
Admin
NoNamE


Mesaj Sayısı : 303
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 09/10/07

İslamiyeT Empty
MesajKonu: İslamiyeT   İslamiyeT Icon_minitimePtsi Ocak 28, 2008 4:02 pm

HZ.Muhammed (s.a.v)

Muhammed (ayrıca: Mohammed, Mahomet, Muhamit) (570-632) Müslümanlar tarafından en son peygamber olduğuna ve kendisine Allah tarafından Kuran'ın vahyedildiğine inanılır. Babasına yapılan gönderme ile, dönemin Araplarındaki isimlendirme şekliyle ismi, Muhammed bin Abdullahdır. Müslümanlar sık sık adını andıktan sonra Arapça Sallalahu aleyhi ve sellem ifadesini söylerler, yazında ise bu ifadeye atfen s.a.s kısaltmasını kullanırlar. Bu ifadenin anlamı "Allah'ın selamı onun üzerine olsun"dur.

Bugün Suudi Arabistan sınırları içinde bulunan Mekke'de doğdu, Medine'de öldü. Muhammed Arapçada "övülmüş" anlamına gelir. Ayrıca "Ahmed" ismiyle de anılır (33:40), bu da Arapça'da "övgüye daha layık" anlamındadır.

Türkiye'de genellikle saygı ifade eden Hazreti (Hz.) ünvanıyla anılır.

Hayatı

19 Ocak 570'te, Ağustos 569'da, 20 Nisan 571'de ya da 27 Nisan ya da 26 Nisan 571'de Mekke'de doğdu ve 8 Haziran 632'de Medine Yesrip'de vefat etti. Hem Mekke, hem de Medine bugün Suudi Arabistan sınırları içinde bulunan Hicaz Asir Bölgesi şehirleridir. Künyesi Ebu'l-Kasım'dır. Arap geleneklerine göre adı "Ebu l Kasım Ahmed Mahmud Mustafa Muhammed el Emin ibni AbdilLat il Mekkiyyi l Haşimiyi l Kureyşiyy il Adnaniyy il Arabi" dir. Muhammed'in 610-632 yıllarında aldığı vahiyler Kur'an'ı oluşturur.

Çocukluğu

Mekke’de İsmail SS soyundan Adnaniler kavminden Kureyş kabilesinden Haşimoğulları ailesinden gelir. 570 yılında Mekke’de doğdu. Babası Abd-Allah ibn Abd-el-Muttalib bin Haşim bin Abdül Menat(عبدالله بن عبد المطلب ابن هاشم بن عبد مناف بن قصي بن كلاب بن مرة بن كعب بن لؤي بن غالب ابن فهر بن مالك بن النضر بن كنانة بن خزيمة بن مدركة بن الياس بن مضر بن نزار بن معد بن عدنا :Tüm soy ağacı arapça), annesi Medine Yesrip'ten Hazreç kabilesinden Nennaceler'den Veheb bin Abdumenaf'ın kızı Amine'dir. Muhammed daha doğmadan babası öldü. Yetiştirilmesini dedesi Abdülmuttalib üzerine aldı ve torununa o zamana kadar kimseye verilmemiş olan "Muhammed" adını verdi. Muhammed o sıralarda Mekke'de bulunan Beni Sa’d kabilesinden Halime adlı bir kadına emanet edildi. Muhammed’i ondan önce Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe emzirdi. Muhammed üç yaşına kadar annesi Amine’nin de gözetimiyle süt annesi Halime-i Sadiyye’nin yanında kaldı, daha sonra Mekke şehrine giderek kendi annesinin yanına döndü.

Muhammed altı yaşında iken annesi Amine ve bakıcısı Ümm-ü Eymen’le birlikte akrabalarını görmek için Medine’ye gittiler. Bir ay Medine’de kaldıktan sonra Mekke’ye dönüşte Ebva’ya (Cuhfe’den 37 km. uzak) ulaştıklarında annesi vefat edip orada defnedildi. Cariyeleri Ümmü Eymen onu Mekke’ye getirip dedesi Abdulmuttalib’e teslim etti.

Dedesi, yetiştirmesi için onu, oğlu Ebu Talip’e bıraktı. Ebu Talip ona çok iyi baktı. Yengesi de kendisine çok iyi davrandı; çocukları aç olsalar bile önce onu doyurdu. Muhammed “O, benim annem gibiydi” der.
"Muhammed bin Abdullah"
ile ilgili Vikisözler mevcuttur.

Gençliği

Muhammed 9 yaşındayken amcası, ticaret yapmak için gittiği Suriye’ye onu da götürdü. Busra kasabasında bir rahibin (Bahira) onun peygamber olacağını haber verdiği söylenir. Genç Muhammed 17 yaşındayken de amcası Zübeyr ile Yemen’e gitti. Bu geziler, bilgi ve görgüsünü artırmasının yanı sıra ruhsal yapısının gelişmesinde de etkin rol oynadı. Bu arada da amcaları ile birlikte Kureyş ve Kays kabileleri arasındaki Ficar Savaşı’na katıldı. Ticaretle olan ilgisi Hatice ile tanışmasına neden oldu ve onun sermayesi ile ticarete başladı. Suriye’ye yaptığı ilk seferde çok kazanç elde etti.

Evliliği

Muhammed dürüstlüğü ile Hatice üzerinde iyi bir izlenim bıraktı ve Hatice'nin evlenme teklifini kabul ederek onunla evlendi. Evlendiklerinde Muhammed 25, Hatice ise 40 yaşındaydı. Muhammed çevresinden gelen paganist görüş ve uygulamalarla ilgilenmedi. Kendisi, aynı dönemde herhangi bir puta tapmamakla birlikte, başkalarının tapınmalarına da açıkça karşı çıkmadı. Onun bu dönemdeki tutumu İslam inancının kutsal kitabı Kuran’da “...oysa, vahiyden önce, kitap nedir, iman nedir sen bilmezdin” (42/Şura Suresi, 52) ve “Allah seni yorulmuş halde buldu ve doğru yola yönlendirdi.” (43, 7) ifadeleriyle gösterilir. Bununla birlikte, gerek kendi ülkesinde, gerekse gezip gördüğü ülkelerdeki toplumlarda dinsel inanç ve ahlak bakımından gözüne çarpan çöküntü, sapkınlık ve bozulmalar, Muhammed üzerinde derin izler bıraktı ve onu bu konularda düşünmeye sürükledi.

Hatice, Muhammed'i amcazadesi Varaka Bin Nevfel ile tanıştırdı. Varaka Hıristiyandı ve bilimle ilgiliydi. Tevrat ile İncil'ide iyiden iyiye incelemiş ve arapçaya tercüme etmişti.Çok bilgili ve Filozof bir adamdı. Dinler tarihini çok iyi biliyordu. O araştırmaları sonucunda puta ta***ılığı bırakıp hıristiyanlığı kabul etmişti.

Varaka Bin Nevfel Muhammed'i sevdi. Onda peygamberlik alametlerini de sezmişti. Bilgili olduğu için Muhammed'de ona saygı gösteriyordu. Varaka'yı her zaman ziyaret ediyordu. O da Ona Tevrat'ı baştan başa okudu. Adem'den İsmail'e kadar bütün Peygamberlerin menkıbelerini anlattı. Musa'nın dinini nasıl kurduğunu, İsa'nın Hıristiyanlığını da izah etti. Vahdaniyet-i ilahiye'yi derinden derine anlattı, fikir ve halvet yollarını gösterdi.

Vahiy Dönemi

Muhammed'in 610 yılından başlayarak, öldüğü yıl olan 632'ye kadar aldığına inanılan vahiyler Kur'an'ı oluşturur.

İlk yıllar

İslam inancına göre Peygamber olmadan önce bu sorunlara çare bulmak amacıyla toplumdan uzaklaşıp Mekke’nin yaklaşık 6 km kuzeyinde bulunan Hira dağındaki bir mağaraya çekilmeyi ve Ramazan ayını burada geçirmeyi adet edindi. Bu mağaraya gitmeye 1-2 yıl devam etti.

40 yaşındayken 610'da, 26 Ramazan'ı 27’sine bağlayan gece (Kadir gecesi), Muhammed'e geldiğine inanılan ilk vahiy şu şekilde anlatılır:

Kendi toplumunun paganlığı ile hristiyanlık ve musevilik gibi, kitaplı dinlerin de sapkınlıklara uğradığına karar verip bunlara ne gibi bir çare bulunabileceğini düşünürken, Cebrail adlı melek geldi ve Muhammed’e "Oku!" dedi. O da, “okumasını bilmem, ne okuyayım?” dedi. Bunun üzerine Cebrail, Muhammed’i sıkarak, yine "Oku!" dedi. Muhammed tekrar okuması olmadığını söyleyince, Cebrail onu sararak aynı şekilde sıktı ve geri salarak "Oku!" dedi. Muhammed’den aynı cevabı alınca: "Ey Muhammed! İnsanı bir kan pıhtısından yaratan Rabbinin adıyla oku! Oku! İnsana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir." dedi ve gitti. Muhammed, dehşet içinde uyandı.

Bu ilk ayetlerin tesirinde, dehşet ve hayrete düşmüş olan Muhammed, hemen evine dönmek üzere yerinden kalktı. Vücudunu korku ve heyecan kaplamıştı. Öyle bir havaya bürünmüştü ki, bir an için: "Acaba cinler mi çarptı, acaba şair mi oluyorum?" diye aklından geçirdi. O anda Cebrail: "Ey Muhammed, sen Allah’ın Resulüsün!" dedi. Muhammed mağaradan çıkmış, hafif adımlar atıyordu. Her adım atışında, binlerce ses: "Ey Muhammed selam olsun! Ya Resulullah, sana selam olsun!" diyordu. Her defasında geriye dönüyor, taş ve ağaçlardan başka bir şey göremiyordu. Dağın ortasında yine Cebrail göründü. Ufuk ile sema arasını kaplamıştı. Muhammed, olduğu yerde durdu; ne bir adım ileriye ne de geriye atabiliyordu. Cebrail’in heybetine dalmıştı. Cebrail konuştu: "Sana selam olsun ey Muhammed! Sen Allah’ın Resulüsün! O’nun peygamberisin!" Cebrail bu sözleri söyledikten sonra kayboldu. Muhammed, hala olduğu yerde duruyordu. Ona peygamberlik verilmişti. Allah onu kendi Peygamberi, Resulü yani insanlara elçi olarak seçmişti. Gelen bu ilk vahiy üzerine, peygamberliğini ilk olarak Hatice’ye bildirdi. Hatice de durumu amcazadesi Varaka Bin Nevfel ’e açtı. Varaka da ona; görünen meleğin Cebrail olduğu, kendisine vahi nazır olduğunu ve peygamberlik geldiğini tefsir etti. Sonra Hatice ile beraber geri gönderdi. Bir süre vahiy kesildi. Çok geçmeden, onu doğrudan doğruya göreve çağıran "...Kalk, insanlara tuttukları yolun kötü olduğunu bildir, Rabbini ulu tanı ve yüce tut. Elbiseni temizle, putları terk et!" ayeti (96/Alak Suresi, 1-5) indi.

Muhammed’in İslam'a çağrısına ilk uyan, eşi Hatice oldu. Onu amcası Talip’in oğlu Ali, azatlı kölelerden Zeyd bin Harise ve Ebu Bekir izledi. Bir süre yine vahiy kesildikten sonra on bir ayetten oluşan Duha Suresi (93) indi. Bu surede, Allah’ın Peygamber’i yalnız bırakmadığı, yetimken barındırdığı, bu nedenle yoksullara yardım edilmesi ve iyi davranılması gerektiği üzerinde duruldu. Bu dönemde islam dinini kabul edenlerin büyük bir çoğunluğu üst düzeyden, mal ve canlarını vermekten çekinmeyen kişiler oldukları halde, dinlerini gizlemek zorunda kaldılar. Belli bir süre sonra Muhammed`i önce akrabalarını, ardından Safa tepesine çıkarak tüm Mekke halkını açıktan açığa müslüman olmaya çağırdı. İlk müslümanlar çok ağır hakaret ve işkencelere katlanmak zorunda kaldılar.

Mekke'de kamplaşma

Muhammed’in halkı müslüman olmaya çağrısı, kendi mevkilerinin tehlikeye girebileceği kaygısıyla putperest inançdaki önemli kişileri tedirgin etti. Kabe’den putların kaldırılmasının, ticareti engelleyeceği ve birtakım alışkanlıklara son verileceği için büyük tepki ile karşılandı. Bir bölüm müslüman, kendilerine yapılan işkenceler artınca Habeşistan’a (Etiyopya) göç etmek zorunda kaldı. İki dalga halinde göç edenler, bir süre sonra Muhammed’in Mekkeli müşriklerle anlaştığı yolunda aldıkları bir haber üzerine geri döndülerse de Mekke’ye geldiklerinde bunun doğru olmadığını öğrenince yeniden gittiler. Bu arada iki güçlü ve önemli mevki sahibi kişi olan Ömer ve Hamza’nın müslümanlığı kabul etmeleri müslümanların moral ve cesaretlerini artırdı; Kabe’de açıkça namaz kıldılar. Muhammed’in, amcası Ebu Leheb dışındaki akrabalarından yardım görmesi ve Mekke önde gelenlerinden bazılarının müslüman olmaları, putperest inancına sahip kişilerin tepkilerini daha da artırdı. Muhammed, eşi Hatice ve amcası Ebu Talib’in ölmeleri üzerine Mekkeliler’in müslüman olmaları konusunda ümitsizliğe kapılarak Taif’e yerleşmek istedi. Ancak burada tepki daha da büyük oldu ve Muhammed geri dönmek zorunda kaldı. Tüm bu olaylara karşın, peygamberliğine olan inancı, düşüncelerini sürekli yaymasını sağladı. Bu inancından cesaret alarak din alanındaki çalışmalarını Mekke dışına taşımaya yöneldi.

Mirac

Muhammed Hac mevsiminde Mekke’ye gelen Medineliler ile anlaştı. Medineliler, dinsel bir vaizden çok, kabile savaşlarında kendilerine önderlik edecek birini arıyorlardı. Muhammed’de bu iki niteliğin de bulunduğu, Hicret’ten (622) sonra anlaşılacaktı.

Kur'an’dan ve hadislerden aktarılanlara göre, Muhammed Medine’ye gitmeden bir süre önce, Miraç olayı meydana geldi:

Bu gecede, Muhammed, Cebrail’in eşliğinde, önce Mescid-i Aksa’ya gitti. Orada, İbrahim, Musa, İsa ve diğer peygamberlerden bazılarıyla karşılaşarak, onlarla görüştü. Sidretu’l-Münteha’da, kendisine gösterilmek istenen Allah’ın ayetlerini gördükten sonra, aynı gecede Mekke’ye döndü. Ayrıca bu gecede Allah ile insanların anlayamayacağı bir dil ile konuşmuştur. Bu semavi gece yolculuğunda, Muhammed’e Cennet ve Cehennem ve bu ikisine girenlerin hali gösterildi. Bu yolculuk esnasında, diğer bazı hükümler yanında beş vakit namaz da farz kılındı. Sünni inancında Muhammed bu yolculuğu hem ruh hem beden ile Şii inancında ise sadece ruh ile yapmıştır.

Muhammed Mekke’ye dönünce, bu yolculuğunu anlattı. Bunun üzerine Kureyş'liler, onla alay etmeye başladılar. Ebu Bekir'e giderek dediler ki: “Senin adamın dün gece Kudüs’e, oradan da semaya çıkıp tekrar Mekke’ye döndüğünü söylüyor, ne dersin?” Ebu Bekir de: “O dediyse doğrudur!” dedi. Fakat inanmayanlardan çoğu bu sözle ikna olmadı.

Akabe biatları

Muhammed, bir Hac mevsiminde Akabe’de Yesribliler (Medineliler) ile görüştü. Medinelilerden, önce altı, sonra on iki kişi müslüman oldu. Medineliler İslam’ı kabul edip memleketlerine döndüler ve İslam’ı anlatmaya başladılar. Ertesi yıl aynı yerde yetmiş üç erkek, iki kadın Medineli müslüman, Muhammed Medine’ye gelip bu kente yerleşirse kendisini koruyacaklarına söz verdiler. Bu anlaşma Mekke’de öğrenilince müslümanlara baskı ve zulüm daha da arttı ve müslümanlar büyüklü küçüklü topluluklar halinde Medine’ye göç etmeye başladılar. Medine’nin, Mekke ticaret yolu üzerinde bulunması ve burada müslümanların giderek çoğalması, Mekkeliler’in çıkarlarına aykırı düştü; bu nedenle müslümanların Medine’ye göç etmelerine engel olmaya çalıştılar.

Hicret

Müslümanlığa karşı olan Mekkeliler, her türlü baskıyla, Muhammed’i davasından vazgeçiremeyince ve Mekke dışında, yani Medine’de müslümanların giderek kuvvetlendiğini görünce; durumun kendileri için tehlike yaratacağı düşüncesiyle, o zaman Kabe’ye yakın bir yerde bulunan Daru’n-Nedve dedikleri meclislerinde toplanarak meseleyi görüşmeye başladılar.

Görüşler, İslam denen hareketin hızla büyüdüğü ve Muhammed’in bu çalışmalarını durdurmak gerektiği merkezinde birleşiyordu; putperestlik tehlikeye girmişti ve İslam, Mekke’nin düzenini bozabilecek güçteydi. Mekke’nin ileri gelenleri bu kararı alınca, nasıl hareket edecekleri ve hangi yöntemleri uygulayacakları konusunda görüşmeye başladılar. İlk önce şu görüş ortaya atıldı: “Muhammed’i prangaya vurup hapsedelim!” Bu kabul edilmeyince: “Onu memleketimizden sürgün edelim; ne hali varsa görsün!” denildi. Bu görüş de kabul edimeyince, İslam'ı sevmeyen ve onu çok tehlikeli bulan Ebu Cehil: “Benim görüşüme göre, onu öldürmekten başka çaremiz yoktur. Bunun için de, her kabileden birer genç seçelim. Her birine de birer keskin kılıç verelim. Bunların hepsi birden, kararlaştırdığımız yer ve zamanda Muhammed’i pusuya düşürerek öldürsünler; biz de ondan kurtulalım! Böyle olursa, onun kan davası bütün kabilelere düşeceğinden ve ailesi olan Benu Abdi Menaf, herkese savaş açamayacağından, diyete razı olurlar, biz de diyetlerini veririz!” dedi. Bu görüş kabul edildi.


En son tarafından Ptsi Ocak 28, 2008 4:24 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://launcher.yetkin-forum.com
NoNamE
Admin
Admin
NoNamE


Mesaj Sayısı : 303
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 09/10/07

İslamiyeT Empty
MesajKonu: Geri: İslamiyeT   İslamiyeT Icon_minitimePtsi Ocak 28, 2008 4:02 pm

O gece suikastçiler, Muhammed’in evini sararak, onu öldürmek için uyumasını beklediler. İslam inancına göre, Allah, onların oyununu Peygamber’e bildirdi ve Ali, Muhammed'in yerine geçti. Suikastçiler yorgani açıp yatakta Ali´yi görünce cok sasirdilar ve durumu üslerine anlatmak üzere gittiler. Muhammed, evden çıkarak Ebu Bekir’in evine gitmiş ve hicret için geldiğini söylemistir, Ebu Bekir sevinçten ağlamaya başladı. Ebu Bekir’in evinde bir süre oturduktan sonra beraberce, Mekke’nin güneybatısında bulunan Medine´ye hareket ettiler.

Mekkeliler, Muhammed hicret edecek olursa, bir kısımı İslam’ı kabul etmiş olan Medine’ye gideceğini biliyorlardı. Muhammed, bunu düşünerek, kuzeydeki Medine yoluna değil, Mekke’nin güneybatısına düşen Sevr dağına hareket etti.

Muhammed, Ebu Bekir ile Sevr mağarasında üç gün geçirdi. Mağaraya önce Ebu Bekir girmiş ve içinde akrep, yılan gibi zehirli hayvanların olup olmadığını yoklamıştı. Bu kontrolden sonra Peygamber içeri girdi.

Muhammed’in hicret ettiğini öğrenen Mekke Hükümeti, her tarafa asker seferber etmiş, onları bulup getirene yüz deve ödül vadetmişti. Hükümet askerleri ve Ebu Cehil her tarafta Peygamber ve sadık arkadaşı Ebu Bekir’i arıyordu. Nihayet askerler Ebu Bekir’in evine gelince Ebu Bekir’in kızı Esma, onlara Ebu Bekir ve Muhammed’in nerede oldukları konusunda bir şey söylemedi. Bunun üzerine Ebu Cehil, Esma’ya şiddetli bir tokat attı.

Bu sırada Mekkeliler, her tarafta Muhammed’i arıyordu. Hatta becerikli bir iz sürücüsü, Mekke askerlerini Sevr mağarasına kadar getirmişti. Ancak bu sırada bir mucize olmuş bir örümcek mağaranın ağzına ağ örmüş ve bir güvercinde yuvasini magra girisine kurmustu.Askerler mağaranın yanına gelince, Ebu Bekir endişenmeye başladı. Muhammed, onu teselli ediyordu: “Tasalanma, Allah bizimle beraberdir.” Bu sırada askerler, mağara girişindeki örümcek ağını ve güvercin yuvasını görünce içeride kimse olamayacağını düşünerek geri döndüler.

Muhammed ve Ebu Bekir 20 Eylül 622’de, Medine yakınlarındaki Kuba’ya ulaştılar. Muhammed, tekbir ve ilahilerle karşılandı; Kuba’ya varır varmaz Kuba Mescidi’ni inşa ettirdi. Burada Külsüm bin Hedm’e konuk oldu. Muhammed, on gün dinlendikten sonra, yanında bulunan ashabı ile beraber Medine’ye hareket etti. Bu sırada Ali de Kuba’ya vardı.

Muhammed Medine de Hamza basta olmak üzere tüm Medinelilerce bekleniyordu.Peygamber göründüğünde bir mucize olmus ve Medine halkinin daha önce hiç bilmediği ve duymadığı bir ilahi (Taleal Bedru)ile karşılanmıştır. Muhammed Medine’de, Beni Salim mahallesinde Cuma Namazı'nı kıldı ve ilk hutbesini verdi. Medine’de Ebu Eyyub el-Ensari’nin konuğu oldu. Medine´ye girdiğinde halk Peygamberlerinin kendi evlerinde kalması konusunda tartışınca iki cihan Peygamberi bir öneri sundu "devesinin ilk çökecegi yere evinin yapilmasi" ve halk bunu kabul etti.Devesinin ilk çöktüğü yere bir Mescid ve kendi ailesinin kalması için mescide bitişik odalar yaptılar.Mescidin bir yanına da barınaksız kişilerin kalabilmeleri için “Suffe”adı verilen bir yer yapıldı. Aynı zamanda islam dünyasının ilk yatılı okulu sayılan bu yurtta kalanlara “Ashabu's-Suffe” denildi.
Mescid-i Nebevi
Mescid-i Nebevi

Mescid-i Nebevi

"Benim şu mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram haricinde diğer mescitlerde kılınan namazlardan bin kat hayırlıdır."

Medine (müslümanlarca Yesrip'e Medinetü'n Nebi , Peygamberin Ülkesi dendi) halkı, dinleri uğruna Mekke’den göçenlerden (muhacirun) ve bunlara yardımcı olduklarından dolayı ensar adını alan yerli halk (aslen Yemenli Evs ve Hazreç kabileleri ki yerleştikleri bu yere Yemen Serabı anlamında Yesrip dediler. Hazreç, Hadramut'ludur.) ile Benu Kureyza, Benu Kaynuka, Benu Nadir adlı Yahudiler’den oluşuyordu. Bunlar arasında birlik sağlamak oldukça güçtü. Medine sınırları yakınlarında Hayber vb. yerlerde yaşayan Yahudiler, varlıklı kişiler olduklarından, çevre üzerinde etkiliydiler. Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki geleneksel düşmanlığın yeniden alevlenme olasılığı da vardı. Ayrıca Ensar ile Muhacirunu kaynaştırmak, çözülmesi gereken bir sorundu. Muhammed, bütün bu kesimleri birleştirip bağdaştırmak amacındaydı. Ancak her şeyden önce çok yoksul olan göçmenlerin durumlarının düzeltilmesi gerekiyordu. Muhammed Muhacirleri Ensar ile kardeş ilan ederek, ensarın onlara yardım etmesini sağladı. Yahudiler ile açılan aralarını düzeltmek için bu kavmi, hıristiyan ve putperestleri de müslümanlarla birlikte içine alan Medine kent devletini kurdu. Arapça Madinat/Madinah ya da Türk söyleyişi ile Medine kelimesi şimdiki devlet anlamındadır, Yesrip bir site devleti idi. Şimdi bile İsrail Devleti'nin resmi adı "Madinat Yişral" dir. Bu kesimlerin hak ve yükümlülüklerini saptayan 47 maddelik bir tür Medine Anayasası'nı benimsendi.

Kendi dinleri ile birçok benzerlikler göstermesine karşın, Yahudiler müslümanlığa karşı çıktılar. Muhammed onlara, İslam dininin kendinden önceki peygamberlerin söylediklerine uygun ve onların da bildirdiği, dolayısıyla onların dininin devamı olan bir din olduğunu ifade etti. Yahudiler yine de İslam dinine ve müslümanlara karşı olumsuz tutumlardan vazgeçmediler. Medine’de Muhammed’e karşı olanlar yalnızca bunlar değildi; Mekkeli putperestlerin ajanları müslümanlığı seçtiklerini söyleyip karışıklık çıkartmaya çalışıyorlardı.

İlk dini ritueller

Kur'an, Musevilik ve Hıristiyanlığı din olarak tanımakla birlikte, dönemindeki Musevi ve Hıristiyanların bu dinleri bozduklarını belirterek, onları yeniden tevhit dinine çağırdı. Hicret’in 2. yılında (624) Kudüs yerine, Mekke(Kabe) kıble olarak kabul edildi. Müslümanlar Hac farizasını yerine getiremediklerinden, kurban, Musalla denilen açık alanda kesildi; ertesi yıl ise Ramazan ayı, yeniden Oruç ayı olarak kabul edildi ve hac yeniden farz kılındı.

632 yılının Mart ayında (9 Zilhicce) Arafe günü 100.000 den fazla kişiye Rahmet Dağı'nda verdiği son hitabesine veda hutbesi denir. Bu hac, Resulullah SalatSelam'ın ilk, tek ve son haccı idi.


Vefatı

632 yılının sonlarında Veda Haccından sonra peygamber hastalandı. Cemaat namazlarını Ebubekir kıldırdı, peygamber bir kere onun arkasında namaza geldi. Son anlarında Ayşe yanındaydı. Vefat haberini duyan ashab hemen evine geldi. Ömer onun öldüğünü kabullenemiyordu, Ebubekir ortalığı yatıştırdı. Peygamber Mescid-i Nebi'nin yanında kabr-i şerifine defnedildi.

Sünnet

Peygamberin söz, fiil, uygulama ve takrirlerine ait ilme Hadis ilimleri, bunların tatbikine Sünnet denir. Sünnet, İslam fıkhında Kuran'dan sonra ikinci kaynaktır. Peygamber, yaşarken hadisleri kayda geçirilmiştir. Ashabının yazıya geçirip geçirmeme tereddüdü karşısında "Yazın. Bu ağızdan haktan başka bir şey çıkmaz" demiştir.

Kişiliği

Peygamber orta boylu, dalgalı saçlı, siyah gözlü, ay gibi parlak ifadeli esmer yüzü, son derece muntazam bembeyaz dişleri olan bir insandı. Boş şeyler konuşmaz, genellikle susar, konuşan birinin lafını kesmez, bir isteği olanı geri çevirmezdi. Çoğunlukla su ve hurmadan başka yiyeceği olmadı. Bir ata veya deveye bindiğinde yanında yaya yürüyene tahammül etmez veya kendisi inip yayayı bindirir, eline geçeni yoksullarla paylaştığı için akşam eve geldiğinde ev halkına yiyecek olup olmadığını sorar, yoksa oruca niyet ederdi.

Bir güne sabah namazı öncesinde kalkarak namazın sünnetini kılar, sonra mescide çıkarak cemaate farzı kıldırır, güneş doğana kadar onlarla sohbet ederdi. Mescidi Nebevi'de halkın sorunlarını görüşür, öğle sıcağı bastırınca kaylule (öğle uykusu) yapardı. Yolda rastladığına önce kendisi selam verir, önce o elini uzatırdı. Mucizeleri vardı. Arkasına bakmadan arkasında olan biteni görür, elini değdirdiği yiyecek ve suyu çoğaltırdı. Geçmiş ve geleceği görürdü. Akşam namazından sonra evine gider,ayakkabılarını çıkarır, besmeleyle girer, ev halkına selam verir, yemek varsa yer yoksa oruç tutar, hanımlarıyla oturur, çocuklarla oynardı. Çocuklar kucağına oturup işediğinde kızmaz, kalkıp suyla temizlerdi. Ev işlerini kendisi yapardı. Gecenin son kısmında kalkıp dişlerini misvaklar, teheccüd namazını kılar, sonra sabah namazına kadar sağ tarafına uzanıp yatardı.

Hayatında kimseye bağırıp çağırmadı, kimseyi kırmadı. Öldüğünde geride yamalı bir hırkadan başka birşeyi yoktu. Bütün ashabınca yaşarken ve müslümanlarca gıyabında sevgi ve saygı duyulan bir insandı. Öldügünde Hz.Ömer çıldırmış, "Kim Muhammed öldü derse boynunu vururum" demişti. Ebubekir bir süre sonra "Herkes bilsin ki Muhammed'e inanan için Muhammed bir beşerdi öldü, Allah'a inanan için ölümsüz olan Allah'tır" diyerek Ömer'i yatıştırdı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://launcher.yetkin-forum.com
NoNamE
Admin
Admin
NoNamE


Mesaj Sayısı : 303
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 09/10/07

İslamiyeT Empty
MesajKonu: Ömer'in Müslüman Oluşu   İslamiyeT Icon_minitimePtsi Ocak 28, 2008 4:05 pm

Ömer'in Müslüman Oluşu




Ömer'in Müslüman Oluşu
Bir perşembe gecesi, Habîb-i ekrem 's.a.v.', Ömer 'r.a.' hakkında düâ etdi. Düâsı kabûl oldu.
Buyurdular ki,
- Yâ Rabbî! Şu iki kişiden hangisi sana sevgili ise dîn-i islâmı onun ile azîz eyle. Ömer bin Hattâb veyâ Amr bin Hişâm.
Ertesi gün, Kureyşin büyükleri Haremde toplandılar.
- İşbu Ebû Tâlibin yetîmi Muhammed Mustafâ 's.a.v.' zuhûr edip, âbâ ve ecdâdımızın dînini ibtâl etdi. Putlarımız için, fâide ve zarar vermez diye kötüledi. Gayretine dokunmuyor mu ki, yâ Ömer, bu denli kudret ve heybetin, izzet ve satvetin var iken, putlara yardım etmeyi, onu öldürmeği düşünmüyor musun, diye tahrîk etdiler.
Hazret-i Ömerin câhiliyye damarı kalkdı. Sonu kötü olan bir gayretle, kılıncını takındı. Resûlullah 's.a.v.' hazretlerini öldürmeğe giderken, Benî Zühreden Nu'aym 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine rastladı.
- Yâ Ömer, nereye gidersin dedikde, cevâb verip,
- Şu Kureyşin büyüklerine ahmak diyen ve putlarımıza bâtıl diyen, Muhammedi katl etmeğe gidiyorum, dedi.
Nu'aym 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Yâ Ömer! Hayret edilecek bir işe yeltenirsin. Başa çıkamıyacağın sevdâya düşmüşsün. Eğer bu işi başarırsan, Benî Hâşim ve Benî Zühre seni sağ koyacaklarını mı sanıyorsun. Yürü var, işine git, deyince,
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Yâ Nu'aym! Yoksa sende mi, Muhammedin dînine girdin. Eğer öyle ise, evvelâ seni katl edeyim.
Nu'aym hazretleri dedi:
- Muhammedin dînine sâdece ben mi girdim, sanırsın. Kız kardeşin ve enişten de girmişlerdir.
Ömer, bu haberi işitince, gadabı dahâ fazla olup, nereden ma'lûm onların müslimân oldukları, dedi.
Nu'aym dedi:
- Eğer inanmaz isen, kız kardeşinin evine var. Bir koyunu kendi elin ile boğazla, pişirsinler. Onlar senin boğazladığın koyunu yimezler ise, o zemân bilmiş olasın ki, onlar islâm dînine girmişlerdir.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' o tehevvür ile gidip, kapılarına vardı. İçeriden kulağına bir ses geldi. Dikkat ile dinledi. Anladı ki, okudukları kelâm, hiç insan sözüne benzemez. Meğer o vakt Tâhâ sûresi nâzil olup; hazret-i Fahr-i kâinât aleyhi efdalüttehıyyât, muhâcirînden Habbâbı 'radıyallahü anh' onlara göndermişdi. Onlara, o sûrenin âyetlerini ta'lîm ediyordu. O vakt, bunlar hazret-i Ömerin korkusundan, kapıyı bağlamışlardı. Ta'lîm ile meşgûl iken, hazret-i Ömer kapı ardından dinledi. Dinledikçe, istidâdlı kalblerine, ezelî olan kelâmın rahmânî nûrları gelmeğe başlayıp, şeytânî küfr zulmeti mahv olmağa başladı. Sabr etmeğe mecâli kalmayıp, kapıya eli ile vurdu. Kapı bağlanmış idi. Dikkat kesildikleri gibi, içeride olanlar, korkularından susdular. Habbâbı 'radıyallahü anh' gizlediler. Sûre-i kerîmeyi saklayıp, kapıya bakdılar ki, gelen hazret-i Ömerdir 'r.a.'. Kılıncı yanında, heybetle ve satvetle gelmiş ki, yüzlerine bakmaz. Kız kardeşi,
- Hoş geldiniz deyip, içeri alıp, oturdular.
Gelmelerinden dolayı, yiyecek tedârik edip, koyun getirdiler. Hazret-i Ömer 'r.a.' kalkıp, kendi boğazladı. Pişirdiler. Hazret-i Ömer, ezelî kelâmın te'sîrinden mest olmuş, ne konuşmağa mecâli ve ne oturmağa sabrı ve karârı var idi. Ne hâl ise, taâmı pişirip, ortaya getirdiler. Hazret-i Ömer dedi, gelin berâber yiyelim. Her biri bir özr behâne edip, yimediler. Kendileri de birkaç lokma aldılar. Dîn-i islâma girdiklerini tahkîk edip, hayreti de çoğaldı. Taâmı [yiyeceği] kaldırdıkdan sonra, süâl buyurdular ki;
- Okuduğunuz ne idi.
Onlar okuduklarını inkâr eylediler. Korkularından konuşmağa başladılar.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki,
- Bilmiş olunuz ki, ben Kureyş arasında kılınç bağlayıp, o da'vâ ile geldim ki, varıp, Muhammedi katl edeyim. Yolda gelirken, sizin de Muhammedül-emînin dînine girdiğinizi işitdim. Geldim ki, evvelâ sizi katl edeyim. Sonra Muhammedi katl edeyim. Lâkin, kapıya geldim. Kulağıma bir ses geldi. Dinledikce o kelâmın lezzeti bir hâl verdi ki, o kötü fikr benden gidip, kalbime şevk ve muhabbet dolup, beni tedirgin eyledi. Elbette inkâra mecâl vermeyip, getirin okuduğunuzu, dinleyelim, dedi.
Kız kardeşi ve eniştesi, bu sözü işitdiklerinde, sevindiler. Kalbi islâm tarafına meyl etmişdir diyerek, dediler ki,
- Okuduğumuz, Allahü teâlânın ezelî olan kelâmıdır. Hak Sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm vâsıtası ile, Resûl-i ekrem 's.a.v.' hazretlerine indirmişdir. Dinlemek istersen, evvelâ gusl eyle. Ondan sonra okuyalım, göresin.
Hazret-i Ömer 'r.a.' kalkıp, huzûr-ı kalb ile, gusl edip, gelip, kıbleye dönüp oturdu. Kız kardeşi kalkıp, ta'zîm ve tekrîm ile, sûre-i şerîfi eline alıp, (Bismillahirrahmânirrahîm). (Tâhâ ...) diye okumağa başladı. Nazm-ı şerîfin fesâhat ve belâgatinden, kalbi çok yumuşadı. (Ben o Allahım ki, benden başka ibâdete müstehak ilâh yokdur. O hâlde yalnız bana ibâdet et ve beni hâtırlaman için nemâz kıl) meâlindeki Tâhâ sûresinin 14.cü âyetine gelince, Kur'ân-ı kerîmin nûru kalbine nûrâniyyet verip, Kur'ânın eseri açığa çıkıp, küfr ve şekâvet zulmeti gitmeğe başladı. Dedi ki, beni, iki cihânın fahri, Muhammed Mustafâ 's.a.v.' hazretlerinin huzûruna ulaşdırın. O sırada Habbâb bin Erat, perde arasından dışarı çıkıp, dedi ki,
- Yâ Ömer, müjdeler olsun sana ki, Allahü teâlâya, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin etdiği düâsı, senin hakkında, kabûl oldu. Allahü teâlâya hamd olsun.
Sevinerek, önüne düşüp, hazret-i Sultân-ı Enbiyânın olduğu eve götürdü. Bütün Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în', hazret-i Ömerin geldiğini görünce, hazret-i Fahr-i kâinâta haber verdiler.
- Bırakın gelsin. Başında devlet var ise îmâna gelir, buyurdu. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazret-i Peygamberin 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' mubârek nûr cemâlini müşâhede ile müşerref oldu.
Resûl-i ekrem hazretleri buyurdular ki,
- Yâ Ömer, dahâ küfr ve şekâvetden vazgeçmek yok mu?
Hazret-i Ömer, Peygamberin mubârek cemâline nazar edip, kelâmını duyup, nazarlarına kavuşunca, hemen karârsız kalmayıp, yüksek dergâhlarına yüz sürüp, sonra,
- Yâ Resûlallah, hiç şek ve şübhe kalmadı. Hak Peygambersin. Bana îmânı arz eyle, dedi.
(Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh) deyip, şecere-i îmânı [îmân ağacını] temîz kalbine dikdi. Cümle Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' tekbîr getirip, sürûr-ı kalb ile, hazret-i Ömer ile kucaklaşıp, boynuna sarıldılar. Allahü teâlâ hazretlerine hamd ve senâ eylediler. Resûlullah 's.a.v.' buyurdu;
- Su getirdiler. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' temizlenip, gusl eyledi. Ona Kur'ân ta'lîm buyurdular. Kalbini îmân nûru ile doldurdular. Nemâzı ve diğer dîni erkânı ta'lîm eyledi. Hazret-i Ömer onları gördü ki, mağara gibi gizli bir yerde dururlar.
Dedi ki,
- Yâ Resûlallah! Bu ne keyfiyetdir ki, bu mağarada ihtifâ buyurdunuz.
Se'âdet ile buyurdular ki,
- Müşriklerin mü'minlere ezâ ve cefâsından dolayı burada dururuz.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Onlar puta gündüz taparlar. Önünde âşikâre yer öperler. Niçin biz, Hâlıka gizli taparız, yâ Resûlallah. Buyurun billahi varalım, biz de Harem-i beyt-i şerîfde nemâzı âşikâre kılalım. Görelim, bize kim mâni' olur.
Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' kalkıp, Sahâbe-i güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' ile berâber, hazret-i Ömer önlerinde, elinde yalın kılınç, Beyt-i şerîfe doğru yürümeğe başladılar. Kureyş müşrikleri önlerinde, hazret-i Ömeri böyle gördüklerinde, sevinip, dediler ki,
- Meğer Ömer bunların hepsini esîr etmişdir, ki getirip karşımızda kırmak ister.
Yanlarına geldiklerinde, gördüler ki, hazret-i Ömer bunların herbirine güzel muâmele edip, bunlar ile karışmış güle-güle söyleşip gelirler. Ebû Cehl la'în bu hâli gördü. Müslimân olduğunu anladı.
- Âh! Gördünüz mü? Muhammed Ömeri de, kendi dînine döndürmüş. Ben size demedim mi ki, sihrle Muhammed onu aldatır, kendine uydurur. Siz dediniz ki, böyle olmaz. Eyvâh, gelin görelim, şimdi ne yapalım. Ve ona ne söyliyelim. Yakınına geldiler. Hazret-i Ömer 'r.a.' kılıncı kaldırıp dedi; (Nazm)
Durun ben geliyorum, bize kıyâma durun,
Genç, ihtiyâr, yaşlı hepsi, efendi köle olsun.
Dîn-i islâmı teblîg için, Allah gönderdi,
Bize Peygamber olan Muhammedi 'aleyhisselâm'.
Açığa çıkardı, güzel islâm dînini,
Putlar yıkıldı, kalmadı hükmleri.
Döndüm Hakka, bunun dînine girdim,
Ey Kureyş! Hepiniz avam ve has böyle bilin!
Kâfirler, bu hâli görüp, içlerinde telâşlanıp, it gibi çağrışdılar. Ebû Cehl la'în, yüksek sesle dedi ki,
- Görün Muhammedi ki, Kureyşin büyüklerini müslimân yapmağa başladı. Bu işler bize azdır. Dedim, gelin onlar çoğalmadan, öldürelim, aldırmadınız. Şimdi ejderhâ oldu.
Kâfirler, hazret-i Ömerden korkup, hiçbir mü'mine el uzatmağa kâdir olmadılar. Her birinin dudağı kuruyup, kaldı. Server-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ileri yürüyüp, Hacer-ül esved ile bâb-ı Kâ'be-i şerîf arasında durup, nemâzı o gün âşikâre kıldılar. Gerçi kâfirler çok idi. Mü'minler az idi. Nemâz bitdikden sonra kalkıp, Kâ'beyi ta'vâf etdiler. İbni Mes'ûd 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki, hazret-i Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' müslimân olması, mü'minlere feth ve nusret ve rahmet oldu. O müslimân oluncaya kadar dîn-i islâm âşikâre olmadı. Kâ'be-i mu'azzamada, müslimânlardan hiç kimse nemâz kılmamış idi. Nakl edilmişdir ki, hazret-i Ömer 'radıyallahü anh' îmâna geldikde, Peygamberimiz 's.a.v.' hazretleri, mubârek elini Ömerin 'radıyallahü anh' göğsüne koyup, üç kerre buyurdular ki,
- Yâ Rab! Bunun sadrında olan gereksiz sıfatı [göğsünde bulunan kötü sıfatı] ve illeti [hastalığı] çıkarıp, onun yerine îmân ve hikmeti ver.

Kaynak:
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://launcher.yetkin-forum.com
NoNamE
Admin
Admin
NoNamE


Mesaj Sayısı : 303
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 09/10/07

İslamiyeT Empty
MesajKonu: Geri: İslamiyeT   İslamiyeT Icon_minitimePtsi Ocak 28, 2008 4:05 pm

Çoban'ın Duası...Okuyun ve Allah'ın büyüklüğüne bir kez daha şahit olun...

Sırlı bir olay arkadaşlar...Yaradan kullarının sesine nasıl cevap veriyor....sizle paylaşmak istedim..

Olay beğeniyle dinlediğim ve her yönüyle taktir ettiğim Uğur Işılak ağabey in başından geçmiş.Bi programda dinledim.

Ozanımız karayolu ile Erzıurum a konsere gidiyormuş...

Yolda koyun sürülerine rastlamaya başlamış...Birden hayatında şimdiye kadar hiç hissetmediği bir duyguya kapılmış..Kuzu sevmek istemiş...Bir kaç sürü geçmiş tereddüt içinde..Dursam mı durmasam mı diye...

En sonunda demiş..Karşıma ilk gelen koyun sürüsünü görünce arabayı durdurup kuzu sevecem diye...Ve gördüğü ilk koyun sürüsünde durdurmuş arabayı...

Almış bir kuzu seviyormuş...Derken çoban gelmiş...Ozan'ın gözlüğünü çıkarmış ve sormuş : -Sen Uğur Işılak değilmisin?...Ozan evet deyince sıkıca sarılmış...Allah'a şükür diye...

Meğerse bu çoban kısa bir süre önce Ozanı televizyonda görmüş,ozanı çok sevmiş ve Allaha dua etmiş.Demiş ki : - Allah'ım bu adamı bana ölmeden dünya gözü ile bir göster....

Evet arkadaşlar Mevlam ın işine bakın...Koskoca sanatçıyı İstanbul'dan Erzurum'a çobanın ayağına gönderiyor..Belkide o konser sırf çobanın duası kabul edilsin diye bir sebebti...

Ozan bir çok sürüde durmamasına rağmen gidiyor O çobanın sürüsünün yanında arabasını durduruyor...Ne için peki...Kuzu sevmek içi...Hayatında hiç yapmadığı bir şey yapmak için...Tesadüf değil Tevafuk...

Mevlam neylerse güzel eyler.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://launcher.yetkin-forum.com
NoNamE
Admin
Admin
NoNamE


Mesaj Sayısı : 303
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 09/10/07

İslamiyeT Empty
MesajKonu: Geri: İslamiyeT   İslamiyeT Icon_minitimePtsi Ocak 28, 2008 4:06 pm

SİNİRLENDİĞİNİZDE bu hikayeyi hatırlayın

Adam yeni kamyonuna bakmak için evinden çıktığında, üç yaşındaki oğlunun gayet mutlu bir biçimde elindeki çekiçle kamyonunun kaportasını mahvettiğini görmüş. Hemen oğlunun yanına koşmuş ve çocuğun eline çekiçle vurmaya başlamış. Biraz sakinleşince oğlunu hemen hastaneye götürmüş. Doktor, çocuğun kırılan kemiklerini kurtarmaya çalıştıysa da elinden bir şey gelmemiş ve çocuğun iki elinin parmaklarını kesmek zorunda kalmış. Çocuk ameliyattan çıkıp gözlerini açtığında, bandajlı ellerini fark etmiş ve gayet masum bir ifadeyle, “Babacığım, kamyonuna zarar verdiğim için çok üzgünüm.” demiş ve sonra babasına şu soruyu sormuş: “Parmaklarım ne zaman yeniden çıkacak?” Babası eve dönmüş ve hayatına son vermiş...
Birisi masaya süt döktüğünde ya da bir bebeğin ağladığını işittiğinizde bu öyküyü hatırlayın. Çok sevdiğiniz birine karşı sabrınızı yitirdiğinizi anladığınızda, önce biraz düşünün. Kamyonlar onarılabilir, ama kırılan kemikler ve incinen duygular hiçbir zaman onarılamaz; genellikle kişiyle performansı arasındaki farkı göremeyiz. İnsan hata yapar. Hepimiz hata yaparız. Fakat öfkeyle ve düşünmeden yapılan şeyler, insanı sonsuza kadar rahatsız eder. Harekete geçmeden önce durun ve düşünün. Sabırlı olun. Anlayış gösterin ve sevin.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://launcher.yetkin-forum.com
NoNamE
Admin
Admin
NoNamE


Mesaj Sayısı : 303
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 09/10/07

İslamiyeT Empty
MesajKonu: Şeytanların Toplantısı   İslamiyeT Icon_minitimePtsi Ocak 28, 2008 4:06 pm

şeytanların toplantısı
SEYTANLARIN TOPLANTISI
> Iblis, butun seytanlarla buyuk bir toplanti duzenlemis. Ve onlara demis ki:
> 'Biz Muslumanlari camiye gitmekten alikoyamiyoruz.Onlari Kur'an
> okumaktan ve dogru isler yapmaktan da alikoyamiyoruz. Ayrica onlari
> surekli Allah'i ve Rasulu Muhammed'i dusunmekten de alikoyamiyoruz.Onlarin Allah ile baglantilari cok guclu kiramiyoruz.'
> 'Oyle ise birakin onlari camilere gitsinler, birakin birlikteliklerini
> ve dayanismalarini surdursunler.Fakat onlarin zamanlarini calin.!!!
> Boylelikle onlar Allah'i ve Rasulu Muhammed'i dusunecek baglantilarini guclendirecek zaman bulamasinlar.'
> 'Iste sizden istedigim bu' dedi iblis.' Gun boyunca Allah'i dusunecek
> baglantilarini gelistirecek zamanlari olmasin onlari surekli mesgul edin.'
> Seytanlar
> bagirdi: '
> Bunu nasil yapabiliriz ki?'
> 'Onlarin akillarini surekli kucuk detaylar ile mesgul edin' diye cevapladi
> iblis.
> ' Onlari surekli harcamaya tesvik edin , harcasinlar, harcasinlar,
> harcasinlar, sonrada
> borclansinlar , borclansinlar.'
> 'Hanimlari uzun saatler evin disinda calismaya tesvik edin, ayni zamanda
> erkekleri de haftada 6-7 gun gunde 10 - 12 saat calismaya tesvik edin
> Boylece onlarin kendilerine ve ailelerine ayiracak hic bos zamanlari
> kalmasin.'
> 'Onlari cocuklari ile vakit gecirmekten alikoyun,evde bile islerinin
> baskisini uzerlerinde
> hissetsinler. Kafalarini oyle mesgul edin ki onlar onlari Allah ile
> birlikte olmaya cagiran kucuk sesleri bile duyamasinlar.'
> 'Onlari surekli muzik dinlemeye tesvik edin evde,iste hatta araba
> surerken bile radyo teyp CD dinlesinler. Evlerinde TV, VCD, CD ve Bilgisayar
> surekli acik olsun Hatta restoranlarda alisveris merkezlerinde bile
> surekli muzik calsin. Bu
> onlarin akillarini surekli mesgul eder boylece Allah'i ve Rasulu
> Muhammed'i dusunecek hic vakitleri kalmaz.'
> Masalarinda, sehpalarinda surekli gazeteler,magazinler olsun bunlardaki
> haberlerle 24 saat
> akillarini mesgul edin. Hatta araba surerken zamanlarini
> calmak icin eklam panolarini kullanin.'
> 'Onlarin mailbox'larini reklamlar, sacma sapan mektuplar, junk mailer,
> siparis kataloglari ile
> doldurun ki temizlemek icin zaman harcasinlar.'
> 'Guzel cekici modellerin resimlerinin magazinlerin
> kapaklarinda TV ekranlarinda surekli gorunmesini saglayin ki erkekler
> gercek guzelligin bu
> olduguna ve de dis guzelligin cok onemli olduguna inansinlar, zamanla
> karilarini begenmez olsunlar.'
> 'Hanimlarin cok yorgun olmalarini saglayin oyle ki kocalarina sevgilerini
> gosteremesinler. Surekli baslari agrisin. Eger kocalarina sevgilerini ve
> ilgilerini
> gosteremezlerse onlar da mutlulugu disarida baska yerlerde aramaya
> baslasinlar.'
> Bu da ailelerin daha cabuk dagilmasina sebep olur.'
> 'Onlara anlamsiz sacma hikayelerle dolu kitaplar verin ki
> çocuklarina yasamin gercek anlamini ve imani anlatacak yerde onlari
> okusunlar.'
> Onlari cok mesgul edin ki disariya cikip dogayi inceleyip Allah'in
> yarattiklarindan ders almalarina engel olun.Doganin
> mukemmelligini,yaratilisin ne
> kadar mukemmel oldugunu anlayamasinlar.
> Onlari kapali alanlara , oyunlara, konserlere, sinemalara gitmeleri icin
> tesvik edin ki doga ile birlikte olmaya vakit bulamasinlar. '
> Onlari surekli mesgul edin. 'Eger olur da kendi gibi dusunen
> arkadaslariyla bir araya gelirlerse
> onlari dedikodu etmeye tesvik edin. Oyle seyler konusmalarini saglayin ki
> aralarinda
> ihtilaf ciksin ve ayrilirlarken darginliklar olsun.'
> "Hayatlarinin o kadar guzel ve mukemmel olmasini saglayin ki Allah'i ve
> O'nun gucunu dusunecek durumda olmasinlar. Her seyi kendilerinin elde
> ettigine ve
> de kendi gucleri ile bu mukemmel hayata sahip olduklarina inansinlar.
> Sagliklarina ve elde ettikleri
> nimetlere sukretmek ihtiyaci duymasinlar.
> Iste buyuk plan bu. Seytanlar Muslumanlari her yerde mesgul etmeye,
> telasla kosusturmaya calisiyorlar. Oyle ki Allah'i dusunecek hatta>
> ailelerine ayiracak kucucuk zamanlari dahi kalmasin.
> Diger Muslumanlar ile Allah'in gucunu Onun Rasulu Muhammed'i konusacak
> zamanlari kalmasin .


> Peki sizce seytan bu gorevinde basarili oluyor mu ? Siz karar verin.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://launcher.yetkin-forum.com
NoNamE
Admin
Admin
NoNamE


Mesaj Sayısı : 303
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 09/10/07

İslamiyeT Empty
MesajKonu: Geri: İslamiyeT   İslamiyeT Icon_minitimePtsi Ocak 28, 2008 4:07 pm

Eshab-ı Keyf (Mağara Arkadaşları)
Hazreti Isa aleyhisselâmdan sonra încil ehlinin işi karmakarışık, alt üst olmuş, aralarında günahkârlar büyümüş, hükümdarlar azgınlaşmış ve putlara tapar; putlar için kurbanlar keser hale gelmişlerdi. Bu yolda en ileri gidenlerden birisi de Rum hükümdarlarından Dekyanus idi. Bu hükümdar Rum diyarını dolaşıp putperestliği kabul etmeyen Isa ümmetini katlediyordu.

Dekyanus bu gezisi sırasında nihayet Eshâb-ı Kehf'in şehri olan Dekinos'a da indi. İner inmez de îman ehlini takip ve toplanmasını emretti, iman ehli bunu duyduklarından dolayı şuraya buraya kaçıp gizlenmişlerdi. Şehrin kâfirlerinden tâyin ettiği zabıtası, îman sahiplerini takip ediyor, gizlendikleri yerlerden çıkarıp Dekyanus'a getiriyorlardı. O da putlara kurban kesilen mezbaalara sevkedip kendilerini putlara tapmak ile öldürülmek arasında muhayyer bırakıyordu. Alçak dünya hayatına rağbet gösterip de bu katliâmdan korkanlar onun dediğini yapıyorlar, ebedî hayatı tercih edenleri ise öldürüp parçalayıp şehrin sûrlarına ve kapılarına asıyorlardı.

Bu durumu gören bir kaç genç ki, onlar Rum'un asilzadelerinden bir rivayete göre de hükümdarın yakınlarından idiler. Kendileri hür kimselerdi. Bunlar bu vaziyetten çok müteessir oldular, bu fitnenin defi için Allahü Teâlâ'ya göz yaşlarıyla yalvararak namaz kılıp dua ediyorlardı. Zalim hükümdarın adamları bunları ihbar ettiler. Bunun üzerine Dekyanus, onları bir sohbet halinde iken bastırıp huzuruna getirtti ve biraz şeyler söyledikten sonra kendilerini «Ya putlara tapmak veya ölüm»den birini seçmek üzere muhayyer bıraktı. O vakit o yiğitler de Allahü Teâlâ'nın kendilerine verdiği rabıta ve ****netle kıyam edip dediler ki:

— Bizim bir ilâhımız vardır ki, O'nun azamet ve kudreti Gökleri ve Yeri kaplar. O, Göklerin ve Yerin Rabbidir. Biz O'ndan başka birine ilâh demeyiz, asla ibadet etmeyiz. Senin davetine uyma ihtimalimiz ebediyyen yoktur. Doğrusu biz öyle yaparsak o vakit akıldan uzak, haddini aşmış, yalan söylemiş oluruz. Çünkü ondan başka ilâh muhaldir, yalandır. Hükmün ne ise yap!

Böylece bu yiğitler müşriklere karşı baş kaldırıp Allah'ın birliğini, tevhidi ilân ettiler. Hâsılı bu gençler, Allah'dan başka ilâh tanımayan hakikî mü'min idiler, işleri de Allahü Teâlâ'nın hidayetiyle dinlerini korumak için zalim müşriklerin zorlama ve şiddetlerine karşı baş kaldırmak olmuştu. Şirke sapan ve dünya hayatına rağbet gösteren Hıristiyanlara benzemiyorlardı. Hükümdarın ve müşriklerin huzurunda böyle kıyam edip olanca rabıta ve kalb ****netiyle söz birliği halinde tevhidi ilân ederek kendileriyle beraber hakkı söylemeyip şirke sapan kavimlerini tahkir ve takbih ederek şöyle söylediler:

— Bak hele, şunlar, şu bizim kavim Allahü Teâlâ'dan başka ilâh kabul ettiler. Allahü Teâlâ'nın ilâh olduğuna ve Rab olmasının büyüklüğüne Gökler ve Arz gibi açık deliller var. Fakat O'ndan başkasının ilâh olduğuna dair açık bir delil getirseler ya bakalım? Ne mümkün?.. Delilsiz dâva kabul edilir mi? Veya şunun bunun keyfî tahakküm ve tasallutu delil tutulur mu?

Yiğitlerin böyle kıyam edip gereken cevabı vermeleri üzerine Dekyamıs, onların üzerlerindeki asalet elbiselerinin soyulmasını emredip yanından çıkardı ve kendisi mühim bir iş için Ninova şehrine gitti ve geri dönünceye kadar onlara düşünmek için mühlet verdi; kendisinin dediğine uyarlarsa uyarlar, yoksa diğer müslümanlara yaptığını yapacaktı.

Bunun üzerine gençler kavimlerinden de böyle yüz çevirdikten sonra çekilip kendi kendilerine dinlerini muhafaza etmek için karar verip şehrin yakınındaki Benclüs dağında sarp bir mağaraya gizlenmeyi kararlaştırdılar. Her biri babasının hanesinden bir şeyler aldı, bazısını sadaka olarak verdiler, kalanını da nafaka edinerek gidip o mağaraya sığındılar. Burada gece ve gündüz namaz kılıyorlar, Allahü Teâlâ'ya inleyerek, yalvararak niyaz ediyorlardı. Nafakalarına ait işleri Temliha'ya vermişlerdi. O, sabahleyin bir miskin kıyafetine girerek şehre giriyor, lâzım olanı alıyor, biraz da havadis öğrenerek arkadaşlarının yanına dönüyordu.

Dekyanus şehre geri dönûnceye kadar bu şekilde durdular. Zalim gelir gelmez bunları isteyip babalarını getirtti. Babaları onların kendilerine isyan ve mallarını da yağma ederek çarşılarda israf ile dağa kaçtıklarını söyleyip özür beyan ettiler. Temliha bu fena durumu görünce pek az azık alıp ağlayarak mağaraya vardı ve arkadaşlarına dehşeti haber verdi. Hepsi ağlaşarak secdelere kapanıp Allahü Teâlâ'ya yalvardılar, sonra başlarını kaldırıp oturdular, yapacakları iş hakkında konuşmaya başladılar. Derken Allahü Teâlâ bunlara bir uyku verdi, yattılar, nafakaları baş uçlarında olduğu halde uyuyup kaldılar.

Beri tarafta Dekyanus hiddetinden ne yapacağını düşünüyordu. Onları uykuya daldıran Allahü Teâlâ bunun kalbine de mağaranın kapısını kapatmayı getirdi. Bunun üzerine Dekyanus mağaranın kapısının ördürülmesini emretti:

— Açlıktan, susuzluktan ölsünler, mağaraları kabirleri olsun! dedi.

Adamları da öyle yaptılar. Ancak Dekyanus'un hanesinde îmanını gizleyen iki mü'min vardı. Birinin adı Pendros, diğerininki ise Runas idi. Bunlar Eshâbı Kehf'in isimlerini, neseblerini ve kıssalarını iki kuru levhaya yazıp bir bakır sandığa koyarak yapılan duvarın içine koymayı kararlaştırdılar ve bu şekilde yaptılar.

Bu yiğitler öyle bir vaziyette uykuya dalmışlardı ki, görülse uyanık zannedilir, fakat hakikatte ise uykuda idiler. Uykuda oldukları halde gözleri açık, sağa ve sola dönüyorlardı. Köpekleri Kıtmîr ise mağaranın girişinde kollarını serîvermiş bir vaziyette uyuyordu. Üzerlerine çıkıp varılsa muttlak dönülür kaçılır, korkudan donakalırlardı. Zira vaziyetleri öyle heybetli, öyle korkunç idi. Bu itibarla kendilerine kimsenin muttali olması mümkün değildi. Öyle bir rahatlık içinde uyuyorlardı ki Güneş doğduğu zaman mağaralarından sağ tarafına meyillenir, batarken de onları sol taraftan makaslardı. Yani üzerlerine gün bile değmez, değse de nihayet batış sırasında soldan biraz kırkar geçerdi. Çünkü mağaranın vaziyeti buydu. Her tarafı m'ahfuz, ancak kapısı biraz batıya meyilli olarak kuzeye bakıyordu. Onlar ise mağaranın bir geniş yerinde sıkıntısız bir şekilde yatıyorlardı.

Eshâbı Kehf in o suretle Allah için baş kaldırması ve kavimlerini terkedip mağarada böyle yatmaları, Allahü Teâlâ'nın kudret ve rahmetinden bir delil, bir keramettir.

İşte böylece ilâhî bir rahmet olarak bu yiğitlerin o mağarada senelerce uyuyup muhafaza edilmesinden sonra Allahü Teâlâ onları bir delil olarak ba's de etti, ölü diriltir gibi uykudan uyandırdı. Eshâbı Kehf uyandıkları vakit aralarında soruşturmaya başladılar ve içlerinden biri:

— Ne kadar durdunuz, ne kadar uyudunuz? diye sordu. Kimisi:

— Bir gün, diye cevap verdi. Kimi de:

— Bir günden âz, dediler. . Nitekim kıyamette diriltilecekler de böyle sanacaklardır. Bu konuşma esnasında kimi de daha fazla durulduğunu sezerek aralarındaki ihtilâfı kesmek için dediler ki:

— Ne kadar durduğunuzu Rabbiniz en iyi bilir. Binaenaleyh ihtilâfı bırakınız da, hemen birinizi şu gümüş paranızla şehre gönderiniz, en temiz yiyecek hangisi baksın ve size ondan bir rızık getirsin, çok dikkat ve nezaketle hareket etsin, sakın sizi kimseye sezdirmesin. Zira başınıza binerlerse şüphe yok ki, ya Sizi öldürecekler veya irtidad ettirip milletlerinin dinî putperestliğe döndürecekler. O zaman da ebedî kurtuluş bulamazsınız. Öîdürülürseniz şehîd olur kurtulursunuz ama, dininizden dönüp küfre girerseniz dünyada ve âhirette ebediyyen felaha eremezsiniz.

Hülâs'a böyle konuştular ve bu sözü kabul ettiler de, içlerinden Temliha'yı şehre gönderdiler. Fakat Hüdânın takdirine bak ki, o derece sakınmalarına rağmen Allahü Teâlâ, bu suretle kendilerini tanıttırdı. Çünkü Yemliha'nın elindeki para, o zamanki insanlara göre hayli eski olduğundan dikkati çekmiş ve yakalanmasına sebep olmuştu. Bu şekilde Allahü Teâlâ va'dinin hak ve saatinin şüphesiz olduğunu insanlar muhakkak bilsinler diye, bu duruma muttali kılmıştı. Zira mağarada ne kadar durduklarını bilemeyen Eshâb-ı Kehf senelerce yattıkları yerden kabirden kalkar gibi uyanıp kalktıklarını anlamış ve vaktiyle baş kaldırdıkları müşriklere karşı muvaffak olduklarını ve taleb ve ümid ettikleri ilâhî rahmetin bir tecellîsini görmek ve daha önce îman ettikleri şekilde Alah'ın va'dinin hak olduğunu müşahede ile bilmiş oluyorlardı. Ve bu suretle gerek kendileri ve gerek diğerleri için Kıyametin şüphesiz olduğuna da bir delil ve misâl olmuş bulunuyorlardı.

Eshâb-ı Kehf in uyudukları mağaranın mevkii ile alâkalı olarak muhtelif yerler rivayet edilegelmiştir. Ancak bugün ziyaret edilmekte olan Tarsus yakınlarındaki mevkiin onlara ait yer olduğu bilinmektedir.

Bu kıssaya ait hususlardan biri de onların üç kişi olup kelbleriyle birlikte dört, veya beş kişi olup kelbleriyle beraber altı, yahut da yedi kişi olup kelbleriyle beraber sekiz olduklarına dair rivayetlerdir ki, doğruya en yakın olanı sonuncusudur. Doğrusunu Alahü Teâlâ bilir. Adetlerin bilinmesi kıssa noktası nazarından herkese lâzım değildir. Onları hakkiyle bilenler pek azdır. Çokları bu mevzuuda gaybî taşlamaktan başka bir iş yapmamaktadırlar. Şu hâlde Eshâb-ı Kehf kıssasını yalnız Kur'an'ın beyanına dikkat ederek mütalea etmeli, şundan bundan sormaya kalkışmamalıdır.

Eshâb-ı Kehf'in mağarada uyuma sürelerinin ise üç yüz dokuz sene olduğu yine Kur'an'ın beyanıdır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://launcher.yetkin-forum.com
NoNamE
Admin
Admin
NoNamE


Mesaj Sayısı : 303
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 09/10/07

İslamiyeT Empty
MesajKonu: Geri: İslamiyeT   İslamiyeT Icon_minitimePtsi Ocak 28, 2008 4:08 pm

Çobanın Aşkı
>> > Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey
>>bilmediğinden mi,
>> >konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu
>>onun halini:
>> >
>> >- Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor,
>>içmiyor, işi
>> >gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr
>>etmiyor, son
>> >bir çare diye geldik size. Halbuki “sen bir garip çobansın, o
>>padişahın
>> >kızı, davul bile dengi dengine” dedim ya, dinlemiyor efendim, ama
>>herhalde
>> >aşkın gözü kördür diye de
buna diyorlar, değil mi efendim...
>> >
>> >İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne
>>deriden bir zırh
>> >giydirilmişcesine
>>zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp
>> >dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı
>>süzüyordu.
>> >Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren
>>delikanlıya
>> >çevirip tebessüm etti.
>> >
>> >- Kolay evlat kolay, dedi, ç****izseniz çare sizsiniz. Ve tane
>>tane
>> >anlatmaya başladı.
>> >
>> >İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu dağ kulübesinde dertlerine
>>derman
>> >aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini
>>paylaştığı, her
>> >meselesini
danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini
>>tanıyıp
>> >sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam
>>edecekti ve
>> >kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu
>>kulübede yaşıyor,
>> >gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. Padişahın
>>kızının aşkıyla
>> >eriyip muma dönen genç çoban ve
>>yanındaki kadim dostu nereden bilsindi bu
>> >garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu.
>> >
>> >Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her
>>şeyin
>> >bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve
>>tertemiz
>> >teslimiyetiyle:
>> >
>> >- Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde

>>tesbih ,
>> >kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla
>>evlenebilir miyim?
>> >
>> >- Evet , dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah
>>diyeceksin, kırk
>> >gün sonra padişahın kızı senindir.
>> >
>> >İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne kan, dizlerine
>>derman,
>> >yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tespih,
>>gönlünde
>> >aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın
>>yolunu tuttu.
>> >Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü,
>>dualar etti, gözlerini
>> >kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tesbihini aldı
>>ve dudakları
>> >kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah...
>>
>
>> >Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi
>> >kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan
>>sarmıştı.
>> >Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen
>>gençten
>> >bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çe ş me başında
>>kadınlar, tarlada
>> >işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu:
>> >
>> >- Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah'a adamış, gece
>>gündüz
>> >durmadan Allah diyormuş, Allah Allah ...”
>> >
>> >Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya
>>geldiğinde
>> >üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı,
>>dudaklarının da
>> >kıpırdamadığını
görünce, uyuyakaldı
>>herhalde diye düşündü. Tespih
>> >tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini
>>görünce de, bu
>> >nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam
>>,
>> >karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla
>>paylaştıklarını
>> >birbiri ardınca anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası
>>geçmişti, o
>> >durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir
>>haber, ne bir
>> >ümit kırıntısı... Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor,
>>tespihine
>> >bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye
>>çalışıyor,
>> >avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında
>>dostunun
>> >gözlerine
yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın.
>> >
>> >Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini kapattı,
>>boynunu neye
>> >bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları
>>kıpırdamıyordu
>> >artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey,
>>hiç tükendi,
>> >an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah...
>> >
>> >Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı
>>bütün ülkeyi
>> >sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmu ştu.
>>Meselenin aslını
>> >merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli
>>kalmadıklarından,
>> >bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp-edip bu
>>dervişi
>> >ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri
gerektiğinden uzun uzun
>>bahsetti
>> >başveziri . Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl
>>yapması
>> >gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ
>>kulübesinin yolunu
>> >tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini
>>anlattı, derman
>> >diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri
>>yapmaya,
>> >sancak-tuğ vermeye
>>kadar saydığı her şey, bilgenin:
>> >
>> >- Hünkârım , gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar
>>etmezler,
>> >demesiyle son buldu.
>> >
>> >Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz
>>çöktürür, birinin
>> >derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle
>>bahtiyar
ederdi.
>> >Güldü ihtiyar:
>> >
>> >- Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi.
>>Şaşırma
>> >sırası padişaha gelmişti.
>> >
>> >- Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul
>>ederler mi?
>> >
>> >Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının
>>üstünden...
>> >Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların
>>arkasında
>> >halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir
>>mana
>> >vermeye çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye
>>başladılar.
>> >Bu arada bizim
>>aşık kendinden öylesine geçmiş, tespihiyle öylesine bir
>> >olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir
tesbihten başka bir
>>şey
>> >bulamasalar şaşırmazlardı.
>> >
>> >Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini
>>birbirine
>> >bağladı, duyulması güç bir sesle;
>> >
>> >- Efendim , dedi, sizi ziyarete geldik.
>> >
>> >Yavaşça başını çevirdi aşık , sonra bütün vücuduyla döndü,
>>gözlerinde en
>> >ufak bir şaşkınlık em****i yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi.
>>Herkes heyecan
>> >içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik,
>>duvar...
>> >Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine
>>doğru
>> >uzatarak olan biteni görme telaşındaydı.
>> >
>> >Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne

>>vezirlik,
>> >ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin.
>> >
>> >- Efendim ,
>>diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı
>> >âlinize layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi
>>bahtiyar
>> >edersiniz...
>> >
>> >Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık
>>maşukuna
>> >kavu ş acak , murad hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten
>>ağlıyordu.
>> >Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye
>>yaratılmıştı.
>> >Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler
>>genç
>> >adamdaydı.
>> >
>> >Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten

>>sonra,
>> >gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden
>>emin bir
>> >ifadeyle:
>> >
>> >- Hayır , dedi, kızınızı istemiyorum.
>> >
>> >Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu,
>>halk hayret
>> >içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge
>>tebessüm ediyordu.
>> >Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri
>>atılarak
>> >bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip:
>> >
>> >- Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin
>>sen, neyi
>> >reddettiğinin farkında mısın?
>> >
>> >Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak:
>> >
>> >- A
dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim,
>>Allah
>> >padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah
>> >deseydim...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://launcher.yetkin-forum.com
NoNamE
Admin
Admin
NoNamE


Mesaj Sayısı : 303
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 09/10/07

İslamiyeT Empty
MesajKonu: Geri: İslamiyeT   İslamiyeT Icon_minitimePtsi Ocak 28, 2008 4:09 pm

Gözyaşı...
Rivâyet olundu:

Kıyâmet günü olduğu zaman, cehennemden dağ gibi bir ateş kütlesi çıkar. Ümmet-i Merhumenin üzerine hücûm eder. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem hazretleri, ümmetinden o ateşi defetmeye çalışır. Bir türlü ateş sönmez. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem hazretleri:

-"Ey Cebrâil yetiş! Yetiş! Ateş ümmetimi yakmak istiyor!" der. Cebrâil Aleyhisselâm elinde bir bardak su ile gelir. Cebrâil Aleyhisselâm, o bardak suyu, Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem hazretlerine uzatır ve şöyle der:

-"Bunu al, ateşin üzerine dök!"

Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem hazretleri, o bir bardak suyu alır, dağlar gibi yükselip ümmetin üzerine gelen ateşin üzerine döker; ateş hemen o anda sönüverir.

Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem hazretleri, Cebrâil Aleyhisselâm'a sorar:

-"Ey Cebrâil bu ne suyu idi? Ateşi söndürme yönünde bundan daha etkili bir su görmedim?" Cebrâil Aleyhisselâm:

-"Bu senin ümmetinin göz yaşlarıdır. Halvette (yalnız kaldıklarında sırf) Allâh korkusundan ağlayıp akıttıkları göz yaşlarıdır! Allâhü Teâlâ hazretleri bana emretti; ben ümmetinin göz yaşlarını topladım, senin ona olan ihtiyaç vaktine kadar sakladım! Senin onlarla cehennem ateşini söndürmen için şu ana kadar muhafaza ettim!" der.
__________________
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://launcher.yetkin-forum.com
NoNamE
Admin
Admin
NoNamE


Mesaj Sayısı : 303
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 09/10/07

İslamiyeT Empty
MesajKonu: Geri: İslamiyeT   İslamiyeT Icon_minitimePtsi Ocak 28, 2008 4:09 pm

Bir varmış, bir yokmuş.
Bu dünyada gerçekleri, çocuklar kadar iyi anlayan hiç kimse yokmuş. Masallar gerçekleri, gerçekler de masalları anlatınca; büyüklerin işi sayılmayacak kadar çokmuş.

Bir zamanlar, iki hanım arkadaş yaşarmış. Gül bakışlı, oldukça yaşlı bu iki can ciğer dosttan birinin adı Medîne, diğerininki Zemzem'miş. Gençliği, güzelliği, upuzun bir mâziyi beraberce uğurlamış bu iki hanım.

İhtiyarlığa da adım atmışlar beraberce. Ve yine beraberce ihtiyarlamışlar.

Çoluk çocuğu baş göz edip, eri-erkeği yerlerine yerleştirince, birden yapayalnız kalmış Zemzem ile Medine.

İki dost, âhir ömürlerinde yalnızlığı da paylaşmışlar.

Aynı evde beraberce yaşamaya başlamışlar.

Giden yıllar çok şeyler götürmüş ikisinden de. Medine'nin bacakları tutmaz olmuş. Gece gündüz dinlemeden romatizması habire yokluyormuş. Ayağa ne zaman kalksa, canı çok yanıyormuş. Zemzem dinçmiş, kuvvetliymiş. Kendi işlerinin yanında Medine'nin de ihtiyaçlarına bakıyormuş ya... Aklı başında hiç değilmiş. Her şeyi unutur olmuş zamanla. Bir namazda kırk bir kere şaşırıyor, kırk bir kere tekbir alıp kırk bir kere yeniden başlıyormuş.

Birgün; Ramazan ayının arefesinde, öğle vakti Medine yatağında uzanmış uyuyormuş. Mutfaktan gelen bir gürültüyle uyanmış. Şehadet mi getirsin? Besmele mi çeksin? Dilini, dediğini çevirene kadar eli ayağı kesilmiş. Kalbi hızlı hızlı çarpmış, tansiyonu yükselmiş. Ne oldu? Kim o? Rüya mı, gerçek mi, toparlayamadan Zemzem söylenerek içeri girmiş;

"-Seni sümüklünün pistanı! Seni gidi muratsız hey... Bunca işimin arasında bir bu eksikti."

"-Ne oluyorsun ayol? Ödümü patlattın? Kim var? Kime söyleniyorsun?" demiş Medine.

Zemzem soluk soluğa yatağın kenarına oturmuş:

"-Uyuyor muydun sen? Aaaa sese uyandın? Yüzün bembeyaz olmuş Medine. Su getireyim mi?"

"-Yok su felan istemem. İyiyim." demiş Medine, ama çarpıntısı geçmemiş.

Zemzem biraz yatışınca anlatmış olanı:

"-Ocağa buğday koymuştum, kabarsın diye. Yarın Muharrem bir, dedim; önceden haşlayayım, ayın onu gelince nevalesini katıp aşure yaparım. Abdest almaya diye gittim. Tangır tungur mutfak peşimden geldi. Anam koştum ne göreyim? Kedi camdan gir, tencereye dal, bir güzel devir, yer gök buğday." Biraz durmuş :

"-Bu odaya niye geldim ki? He, yer bezini soracaktım. Yer bezi nerde?"
Medine arkadaşının bu haline şaşmış kalmış.

"-Bırak yeri bezi yahu, ne aşuresi Zemzem? Ne buğdayı? Ne bezi? Sen iyice karıştırdın. Muharrem değil ayol, gelen Ramazan, Ramazan!.. Ay bu kadın hepten bunadı. Bana yaşlandın diyorsun, ama benim bacaklarımdan başka derdim yok. Sen göçtün arkadaşım. Aklın fikrin kalmadı."

Medine böyle söylediği zaman, Zemzem çok kırılıyormuş. Yaptığı hataya mı kızıyor, yoksa unutkanlığına mı, ayıramıyormuş. Çok zaman ne hata yaptığını bile hatırlamıyormuş.

"-Ben sana ne zaman yaşlı dedim ahretlik ? Hiç hatırlamıyorum."

"-Sen onu bunu boş ver. Diyelim ki, Muharremin biri. Aşure onunda. Ne yapacaktın o buğdayı on gün? Ekşir diye düşünmedin mi? Allah, yâ sabır. Bayat bayat konu komşuya dağıtıp, el âlemin midesini bozacak." demiş, Medine biraz ileri gitmiş. Zemzemi küstürmüş, kenara çekilmiş.

O gece sahura kalkmışlar. Sofrayı kurmuşlar, oturup yemişler. Ama hiç konuşmamışlar. İmsaka az kala Zemzem helva getirmiş. Arkadaşının ne kadar sevdiğini bildiğinden, günlerdir canı çektiği hâlde bir dilim bile yememiş. Tabağı Medine'nin önüne koymuş.

"-Ramazanlık ayırmıştım seversin diye. Yesene Medine." Medine'nin kızgınlığı sönmemiş hâlâ.

"-Nasılsa her şeyi unutuyor. Ben şuna bir oyun atayım." diye içinden geçirmiş.

"-Bıçak getir de keselim Zemzem." deyip, Zemzem'i mutfağa göndermiş.

O mutfaktan gelene kadar helvanın hepsini yemiş, bitirmiş. Zemzem içeri geldiğinde:

"--Ahretlik, hani helva?" diye sorduğunda, Medine'nin cevabı hazırmış:

"-Kız yine mi unuttun? Yedik ya..."

Zemzem; arkadaşının kızmakta haklı olduğunu, gün geçtikçe bu hâlinin kötüye gittiğini düşünüp kederlenmiş.

Sofrayı toplamışlar, oruca niyetlenip, namaz kılıp yatmışlar. Sabah olup Zemzem uyandığında, Medine'yi yatağında hüngür hüngür ağlıyorken görmüş :

"-Hayır olsun cancağızım. Bir yerin mi acıyor? Rüya mı gördün? Korktun mu? Ne oldu?"

Gerçekten de bir rüya görmüş Medine. Rüyasında; Otuz Ramazan günü, otuz öğle vakti, otuz tabak helvayı, otuz defa unutarak yediğini görmüş. Otuz defa içi yanmış, otuz defa orucunu hatırlamış, ama otuzunda da harârete dayanamamış. Otuz bardak su içmiş. İçtikçe yanmış, yüreği kabarmış.

Uyanmak üzereyken kulağına seslenmişler:

"-Yazalım, unutulmasın. Unutkan helvacıya, âhir ömründe otuz kaza, otuz da kefaret..."
__________________
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://launcher.yetkin-forum.com
NoNamE
Admin
Admin
NoNamE


Mesaj Sayısı : 303
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 09/10/07

İslamiyeT Empty
MesajKonu: Geri: İslamiyeT   İslamiyeT Icon_minitimePtsi Ocak 28, 2008 4:10 pm

Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı; ama küçük bir dükkan için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle.
Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkandan dışarı fırlayıp:
- Küçük!. diye seslendi. Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir harika!.
Çocuk, ona dönerek:
- Gerçekten çok güzeller!. diye tebessüm etti. Ama benim bir bacağım doğuştan eksik.
- Bence önemli değil!. diye atıldı adam. Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!. Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı ya da vicdanı. Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:
- Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi.
Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:
- Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?
- Çok basit!. dedi, adam. Eğer vicdan yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orada tüm eksiklikler tamamlanacak.
Hatta sakat insanlar, sağlamlara oranla daha fazla mükafat görecekler...
Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrini işaret ederek:
- Baktığın ayakkabı, sana yakışır!. dedi. Denemek ister misin?
Çocuk, başını yanlara sallayıp:
- Üzerinde 30 lira yazıyor, dedi. Almam mümkün değil ki!.
- İndirim sezonunu, senin için biraz öne alırım!. dedi adam. Bu durumda 20 liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder.
Çocuk biraz düşünüp:
- Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!. dedi. Onu kim alacak ki?
- Amma yaptın ha!. diye güldü adam. Onu da sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım. Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:
- Üstelik de öğrencisin değil mi? diye sordu.
- İkiye gidiyorum!. diye atıldı çocuk. Üçe geçtim sayılır.
- Tamam işte!. dedi adam. 5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!. Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi. İçerideki raflar, onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek.
- Benim satış işlemim bitti!. dedi. Sen de bana, bunu satsan memnun olurum.
Şaka mı yapıyorsunuz? diye kekeledi çocuk. Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?
- Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş.. dedi, adam. Antika eşyalardan haberin yok herhalde. Bir antika ne kadar eski ise o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30-40 lira eder.
Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:
- Bana göre 20 lira yeterli.. dedi. İndirim mevsimini başlattınız ya!..
Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:
- Babam haklıymış!. dedi. ‘Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok!’ demişti.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://launcher.yetkin-forum.com
NoNamE
Admin
Admin
NoNamE


Mesaj Sayısı : 303
Yaş : 31
Kayıt tarihi : 09/10/07

İslamiyeT Empty
MesajKonu: Geri: İslamiyeT   İslamiyeT Icon_minitimePtsi Ocak 28, 2008 4:10 pm

Birgün Emir Süleyman Pervane, Mevlana'dan kendisine öğüt vermesi için ricada bulumuştu. Mevlana, dan kendisine öğüt vermesi için ricada bulunmuştu. Mevlana, bir zaman düşündükten sonra:
- Emir Pervane, Kur'anı ezberlediğini duyuyorum, doğru mu? Dedi.
Pervane:
- Evewt.
- Ayrıca, Şeyh Sadreddin'den hadis ilmi okuduğunu da duydum.
- Evet doğrudur.
Bunun üzerine Mevlana şöyle buyurmuştu:
- Mademki, Tanrı ve onun peygamberinin sözlerini okuyorsun... O sözlerden öğüt alamıyorsan, hiçbir ayet ve hadis'in emrine uyamıyorsan, benim nasihatimi nasıl dinler ve ona uyarsın.
Pervane, bu sözler üzerine ağlıyarak dışarı çıkar.
__________________
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://launcher.yetkin-forum.com
 
İslamiyeT
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Günlük Yaşantınızdaki Olaylar Çerçevesi =) :: ! ! Ciddi Konular ! ! :: Din Bölümü-
Buraya geçin: